31 Mart 2014 Pazartesi

Tesadüf diye bir şey yok...



Aslında kendimi toplayıp Bahar Günlükleri-II' yi yazmanın vaktini kolluyordum.

O kadar yorgunum ki 2 günlük toplam uyku sürem 7, 3 kahve 2 çayla enerjimi tam manasıyla yakalayamadım. Eve yarı uyuklar, yarı düşünür halde geldim. Otobüste yazacak gücü kendimde bulamadım. Aklımdan o kadar çok şey geçti ki yine yazım bittiğinde düşündüklerimin ilk halinden eser kalmayacak.


Cevabını düşündüğüm, -sorusu nasıl anlaşılıyorumdan çıkıp-  insanlar beni nasıl tanıyor, kavga etmiyoruz ama neden konuşmaya çalışırken kavga eder gibi hissediyoruza dayanan noktalarda durdum...Tam manasıyla anlaşılamıyorum, kaç gündür siyaset muhabbeti geçtiğinden ve yeri gelince ben de kendimi tutamadığımdan fikirlerimi ifade etmeye çalışıyorum. Tek yönlü etiketlere maruz kalıyorum arada ve şu noktada bunu engelleyebilecek gücü kendimde hissedemiyorum.

İstemediğim birkaç şeyi söyledim, kendimce farkına vardım; geri adım atmadım -ki ağızdan çıkan sözün geri dönüşü yok- düzeltmek istemedim, ama insanlar düşüncemin temelinde dayanan nokta bazında değerlendirmeyi öğrendiğinde tartışmalar olmayacak.

Ayrıca hiç istemediğim ortamın oluşması da bu konuşmalar çerçevesinde biten arkadaşlıklardır. Bu zamana kadar birçok noktada sessiz kalmayı tercih ettiğim için sürdürdüğüm görüşmelerim var, prensibim değişmeyecek kendime olan saygımı kaybetmeyeceğim ve bırakan taraf ben olmayacağım.

Çıkan sonuçlardan etraflıca çıkacak dersler vardır, kazandık-kaybettikten öte değinilmesi gereken temel noktalar için bile ayrı bir dosya hatta ayrı bir blog açmak gerekir. Bunun için ayrıca düşüneceğim.


Kendimi bir süre; doğaya, iç sesimi dinlemeye, yazı yazmaya, ciddi olarak düzenli okumaya (okuduklarım hakkında değerlendirmelerimi yazmaya), sergi gezmeye, uzun yürüyüşlere çıkmak gibi listemi uzatacağım keyifli şeylere vermek istiyorum.


 Sosyal medyayı ülke gündemi üzerinde kullandım son zamanlarda, pişman değilim; ama hassas bir insanım, yıpranmak istemediğim için ara vereceğim. (Emin değilim :)). Siyaset, ülke gündemi, hatta dünya tarihi gibi konularda farklı görüşleri dinlerim, almam gerekeni alır, derslerimi çıkarırım. Bu anlamda gerçekten dolu olduğuna inandığım insanlarla paylaşımlarımı yapacağım, yakınmalarımı bile. Bölmek, ayrışmak, bölünmek, kutuplaşmak gibi şeylere karşı çıktığımdan bu kararı aldım, an itibariyle sayısız şey yazabilirim ama stop.


Eve dönerken metroda Ortabahçe' nin son sayısını okudum, güzel bir sayı olmuş gibi görünüyor dergi ekibindeki arkadaşların eline sağlık. (Keyif aldım okurken, okumamı tamamlamadım henüz).Sevgili  Nazım Hikmet' e yer verilmiş, araştırma köşesinde.

 Üzerinde yoğun düşündüğüm şeyler, bir şekilde somut olarak karşıma çıkıyor; bu bazen gülümsetir, bazen acı tebessüm ettirir, bazense üzer, bazense...

Tesadüf diye bir şey yok başlığını atıp, ee başlıkla ne alaka diyen varsa, geliyor :) 


Derginin ilgili bölümünü aktarayım, yazımı tamamlayayım. (dinlenmeye geçeyim artık)

"Bütün bunlar olup biterken bir kesimde olayları uzaktan gözlemler. Doğal bir deney yapıyormuşçasına sonuçlar ortaya çıkana kadar susup beklerler. Olaylar esnasında değerlendirmelerini kendilerine saklar, sadece yakınlarıyla sohbet ortamında dile getirirler. Hatta bazıları, gözlemlemeye bile yanaşmaz. Yine aynı sohbet ortamlarında başka bir doğal gözlemcinin(!) değerlendirmeleriyle kendilerince kulak dolması bir bilgi arşivi oluştururlar. Olaylarla, olayların sebep ve sonuçlarıyla hiçbir aktif veya düşünsel bağı olmayan bu insanlar, savaşın taraflarını tuhaf mahluklar olarak nitelendirirler. Oysa en büyük tuhaflık çevresinde gelişen böylesine kapsamlı olaylar zincirine duyarsız kalmaktır. Nazım Hikmet' in bu tuhaf insanlara bir çift sözü vardır:


"Akrep gibisin kardeşim, 
korkak bir karanlık içindesin akrep gibi. 
Serçe gibisin kardeşim, 
serçenin telaşı içindesin. 
Midye gibisin kardeşim, 
midye gibi kapalı, rahat. 
Ve sönmüş bir yanardağ ağzı gibi korkunçsun, kardeşim. 
Bir değil, 
           beş değil, 
                      yüz milyonlarlasın maalesef. 
Koyun gibisin kardeşim, 
gocuklu celep kaldırınca sopasını 
sürüye katılıverirsin hemen 
ve âdeta mağrur, koşarsın salhaneye. 
Dünyanın en tuhaf mahlukusun yani, 
hani şu derya içre olup 
                            deryayı bilmeyen balıktan da tuhaf. 
Ve bu dünyada, bu zulüm 
                                    senin sayende. 
Ve açsak, yorgunsak, alkan içindeysek eğer 
ve hâlâ şarabımızı vermek için üzüm gibi eziliyorsak 
                      kabahat senin, 
                                     — demeğe de dilim varmıyor ama — 
                      kabahatın çoğu senin, canım kardeşim! ""


                                                                                                              Nazım Hikmet Ran
 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder